2009’da Ankara’da yapılan IV. Din Şûrası’nın Protokol konuşmasında Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN şunları söylüyor:
“Bugün artık her alanda olduğu gibi dini ilimler alanında da eski bildiklerimizi gözden geçirme, güncelleme, bugünün dünyasına ve bugünün taleplerine çözümler üretme zamanıdır. Yalnız altını çiziyorum, yanlış anlaşılmalara vesile olmasın, kastettiğim asla ve asla “dinde reform” değildir. Ancak bilim dilinde, özellikle de ilahiyat biliminin dilinde bir reformun kaçınılmaz olduğu da bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Elbette din kâmildir. Ancak bizim dinden anladıklarımız, dini anlayışımız ve düşüncemiz tekâmül etmek, gelişmek durumundadır. Ünlü İslâm âlimi Gazali bir yandan Kelâm gibi son derece ağır bir ilim dilinde, ilim dalında yoğunlaşırken, eş zamanlı olarak halkla irtibatını muhafaza etmiş, halkın anlayacağı bir dil inşa etmiş ve “İhyau ulûmi’d-dîn” adlı, bugün bile başucu kitabı olan eseriyle halkla arasına bir köprü kurmuştur.
Halktan, halkın ihtiyaçlarından, taleplerinden, güncel meselelerden kopuk bir bilim dili, halk arasında boşluk doğuracaktır. Çünkü biz insanlara akıllarının alacağı dille hitap etmek durumundayız. Bu boşluk da bugün ibretle şahit olduğumuz gibi medya vaizleri tarafından doldurulacaktır, eğer biz boşluk bırakırsak.
Bugün bizde olduğu kadar tüm dünyada spor, siyaset ve din konusunda herkes kendini ehil olarak görüyor. Kahve köşelerinden televizyon ekranlarına kadar her ortamda insanlar bilseler de bilmeseler de bu alanlarda kendilerini en az bir profesör kadar birikimli zannediyorlar ve bu cesaretle konuşuyorlar. Özellikle din alanında böyle bir fikir serdetme, görüş bildirme, akıl yürütme cesaretinin oluşması bir boşluğun doldurulduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Onun için ben, gerek Şûra’nın mensuplarından, burada olan veya olmayan değerli hocalarımdan lütfen bu alanda boşluk bırakmayın diyorum. Eğer sizler boşluk bırakırsanız, sizler ortaya net tavırları koymazsanız, işte o zaman ne istikameti belli olan ne de herhangi bir birikimi olan bu tipler gelip oraları dolduracaklardır. Bu boşluğun hayatını ilme vakfetmiş çok değerli ilim erbabı tarafından doldurulması gerektiği aşikârdır…” (IV. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (12-16 Ekim, 2009 Ankara), I, 36-37).
Bu konuşmanın özellikle reform talebi kısmı o zaman medyada haber konusu olmuştu ve biz Çağdaş Fıkıh Problemleri dersimizde bu konuyu öğrencilerimizle müzakere etmiştik. Çünkü dersimiz açısından en güncel konulardan biri idi.
Aradan yıllar geçmişti. Bu kez Garibce olarak kitaplaşmış halinden bu konuşma metnini okuduğum zaman, aradan dört sene geçmiş olmasına rağmen söylenen sözlerin hâlâ aynı derecede önemli ve güncelliğini koruduğunu gördüm ve metni sizlerle paylaşmak istedim.
Bu konuda ne mesafe alınmıştır derseniz, ben kendi hesabıma gözlemlerimi söyleyeyim. Bizim dindarlığımız açılım yapacağı yerde biraz daha kabuğuna çekilme refleksi gösteriyor. Giderek -belki bazı konular ve alanlar müstesna edilebilir- daha köktenci söylemli bir din anlayışı öne çıkıyor. Eski miras ile irtibat kuruldukça, çoğu kez gözümüzü alıyor ve bizi adeta çarpıyor.
Gelenek vurgusu öne çıkıyor. İnsan geleneğe, kendisini geleceğe daha sağlıklı bir şekilde taşısın diye yaslanmalıdır. Fakat bizim gelenek anlayışımız öyle ki, girdap oluşturan kara bir delik gibi bizi içine içine çekiyor ve yüzümüzün geleceğe dönük olduğunu, asıl işimizin önümüzdeki engelleri aşmak ve hayatımızı geleceğe taşımak olduğunu bize unutturuyor. Sonradan kafası dank edip de son bir can havliyle harekete geçenler de geçmişten bugüne gelene kadar bütün enerjisini, gücünü ve heyecanını tüketmiş oluyor.
Bu, aynen uzun atlama yapacak bir sporcunun hız alabilmek için geri geri birkaç adım çekilmesi gerekirken, sıçrama yapacağı noktadan gerisin geri metrelerce gitmesi ve atlama yapacağı yere gelinceye kadar da gücünü tüketmesi ve atlamada başarısız olması ya da hiç atlayamaz hale gelmesi gibi bir şeydir.
Söz gelimi Afyon’daki İstişare Toplantısı’nda boşanmış kadınların evden çıkarılıp çıkarılmaması gibi konular tartışılıyordu. Kitaplarda nasıl yazıyorsa o minval üzere anlatılıyor ve tartışılıyordu.
Ben bir ara söz aldım ve özetle şunları söylemeye çalıştım:
“Bir hocamız (Faruk Beşer) usul vurgusu yaptı ve “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” şeklindeki yaygın bir söze atıfta bulundu. Ama ben size daha vahim bir şey söyleyeceğim. Kadının izinsiz evden çıkması, yanında mahrem olmadan hacca gitmesi, boşanmış kadının evden çıkarılıp çıkarılmaması… gibi şu anda bizim burada konuştuklarımıza dair toplumda buna tekabül edecek bir zemin, hayatta bir karşılık yoktur, altımızdan zemin kaymıştır. Mesela siz kadına evden çıkın dediğiniz zaman kadın demeyecek mi: “Siz kimi nereden çıkarıyorsunuz. Bu yuvayı ben kendim kurdum. Gidecekse o gitsin!”
(Akşam lobide sohbet sırasında Kurul üyelerinden bir hocamız: “Erdoğan! Aslında buradakilerin bir çoğu senin gibi düşünüyor ama herkes senin gibi söylemeye cesaret edemiyor” demişti. Bu latife, açılımın gerekliliğini aslında bir ihtiyaç olarak çoğu insanımızın hissettiğinin, ama kurumsal yapının muhafazakârlığının, çekilen sancıların –doğum sancısı değil de- ölüm sancısı olabileceği endişesiyle içine kapanma refleksini empoze ettiğinin bir ifadesi olabilir. Bu lâf aramızda kalsın.)
Garabete bakın ki kız, -bırakın evini ya da şehrini- ülkesini bile terk etmiş, Avusturya’da Tunus’ta, Amerika’da, Ürdün’de tahsil yapıyor, siz bunların evden çıkabilmelerinin iznini tartışıyorsunuz. Suud Hükumeti yanında mahremi yok diye Fakülte’de okuyan ve dünyayı gezmekte olan kız öğrencileri Umre’ye kabul etmiyor, kırk-elli kız bir anda falanca hocanın kâğıt üzerinde yeğeni oluveriyor ve dayı olarak yanında bir uçak dolusu kızı umreye götürüyor ve iş böyle kitabına uydurulunca din kurtarılmış oluyor.
Oysa benim bildiğim din yalan beyanı, sahtekarlığı yalancı dayıcılık oyunlarını yok etmek için gelmiştir, ahlâkîliği tesis için vardır.
Tabii Sayın Başbakanın Din dilinde Reform’dan kastı nedir bilemeyiz. Ama mesele, salt dil ve üslup ile ilgili olmaktan çok daha derin ve vahim gözüküyor.
Garibce’yi düzenli takip edenler aslında onun hep bu gibi meseleleri irdelediğini bileceklerdir. Hatta mizah içeren yazılar bile esasen böyle bir gayeye hizmet etmektedir.
Umarım Garibce’nin bu yolda bir nebze de olsa bir katkısı olmuştur ve eminim ki olacaktır.
Biz dinimizin kuşa benzetilmesini asla isteyemeyiz. Bu kimsenin haddine de değildir.
Ama biz dinimizin hayatımızda bir karşılığı olmasını isteriz ve buna da çok hakkımız vardır.
Hani asker, “Komutanım! Çocuğumu çok özledim!” der dururmuş. Komutan da ona soğuk bir şaka yapmış. Çocuğu tek başına getirtmiş ve askeri çağırtmış. “Asker! Bak, işte çocuğun! Gel, hasret gider!” demiş.
Asker tek başına getirtilen çocuğa bakmış bakmış: “Ama komutanım! Ben çocuğu annesinin kucağında özlemiştim!” demiş.
Bizim ki de işte öyle!
Biz dini hayatın içinde özlüyoruz; raflarda, kitaplarda değil.
Allah’ım! Dinimizi bizsiz, hayatımızı dinsiz eyleme!
GARİBCE